“Yapma, hiçbir şey yapma! Ne istiyorsan o ol!”
Ben bu ikiliği seviyorum, ikiliklerim olmadan var olmadım ki hiç. Yani bu tartışmalarımdan kurtulma gibi bir derdim yok. Zaman zaman bu düşüncelerin birine daha yakın hissediyorum. Örneğin uzunca bir süredir “yapma, sadece ol” kısmına daha yakınım. Ben aslında sadece ve sadece aramak, bulmak, yapmak ve olmak istiyorum. Bu safhalarda umuda da ihtiyacım yok, yani zaten umutsuz olmaya sebep yok; Mevcut tüm şartları olduğu gibi kabul etme koşulu var ve onları değiştirmek gibi özel bir çaba yok. Bu çabanın olmayışı değişimi arzulamamak anlamına gelmiyor ki! Hayallerin yok olduğu anlamına gelmiyor! Bu yoga uygulamasındaki gibi bir çabasızlık hali. Nefes alıp vermedeki gibi bir çabasızlık…Bunları nasıl hissediyorum, nasıl içimden taşıyorlar tam olarak bilmiyorum. Galiba bazı birikimlerin içselleşmesi somutlaşıyor, kemikleşiyor. Çok mühim bir nokta var sanki bu ikilikte. İçimdeki iki düşünce de değişimi dışlamıyor, iki düşünce de hayalden uzak değil ikisi de birer yol. Yaşama aracı…
Peki ne zaman olacak bu değişim? Ben ‘sözde’ yarattığım bu değişimi görecek miyim? Görmek zorunda mıyım? Gördüğümde beğenmem garanti mi? İdealist geçinen bizler (ben ve kendini öyle sanan hatta sanmakla kalmayıp öyle tanımlayanlar) o kadar istiyoruz ki değişime şahit olmak daha doğrusu değişimin neticelerine şahit olmak.Mesela, arzulanan toplulukta yaşamak, o hayal edilen ekonomik sistemi kurabilmek filan… İşte bu arzuya takılıp kalmak, o hedef yolunda sapkınca ilerlemek bence epey bir sıkıntılı yahu. Bu bir okul ödevi değil, bu bir iş yeri projesi değil, bu bir sivil toplum hareketi değil. Bu bir yaşam biçimi, bu bir yaşam tarzı, bu tercih edilecek bir ekol filan da değil. Bu, insanın içine düşen, gönlünü açan bir cemre olabilir olsa olsa.
Evrendeki her şey ahenkle birbirine bağlı. Bu ahengin bir parçası bozulduğunda evren bozulur.
Bozulan parça tamir edilirse her şey düzelir!
Bozukluk -burada bozukluğu nasıl tanımladığıma hiç girmesem olmaz mı?- benim bir parçam, ben de o bozukluğun bir parçasıyım. Hani hepimiz bir bütünüz ya, iyisiyle kötüsüyle filan. Dolayısıyla ‘ben değişirsem dünya değişir!’ önermesi herhalde çok ters düşmüyordur.
Şimdi bir yandan da altın çağ tartışmaları üşüşüyor beynime. Dünyanın bir altın çağı olmuş mu ki? Olacak mı ki? Hangi çöküşten söz ediyoruz allah aşkına? Tarih bilgim, yorumlama becerim bunlara yetmiyor neyse ki… :)
Peki bu çöküş, yıkım için gereken sistemli ve sistemsiz hareketler için nasıl hareketler gerekli? Bireysel mi örgütsel mi? Bireysel mi toplumsal mı? sorusu da pek sıkıcı değil mi? Sormamamız gerekiyor belki de… Bunlar birbirinden ayrı şeyler değil sanki yani sırtsırta duran, gücünü aynı yerden alan ama bakışı farklı yöne olan hareketler olabilir.